7 Ocak 2012

Ryan Gosling'in önlemeyen yükselişi, ya da karizması

Bu adamın 7 tane filmini izledim, üçü bu sene.

2007 yapımı Lars and the Real Girl'de şişme oyuncağına aşık olduğunda hiç öyle karizmatik bir yanı yoktu, gayet de loser bir karakterdi ama oyunculuğuna bayıldım.

Sonra biraz geriye gittim, Half Nelson filminde yine çok da kazanan bir hali yoktu öğrencisiyle ilişki yaşayan öğretmen rolünde ama yine iyi iş çıkarmıştı.

The Notebook'u sonra duydum, oysa oradaki romantik Noah karakteri çoktan fenomen olmuştu.

Blue Valentine'la geçen sene kalbimi fethetmeye başladı. Öyle yakışıklı, karizmatik falan olduğundan da değil ama her geçen seneyle ve kazandığı tecrübeyle gün geçtikçe ne kadar ilerleme kaydettiğini farkettiğimden.

Ama bu sene ya da geçen sene (2011) onun yılıydı tam anlamıyla. Drive filminde o konuşmadıkça, böyle dakikalarca sustukça içim bir fena oldu, onun yerine bir şeyler söylemek istedim, kafasını duvarlara vurasım geldi 'yeter be bi şey de bi konuş tepki göster!' diye, o benim yerine başkalarına yaptı bunu bambaşka duygularla.

Crazy Stupid Love'da bir şey yapmasına gerek yoktu, öyle dursa yeterdi, bunca yıldır izlediğim bir aktör olmasına rağmen izlediğim altıncı filminde ilk kez ne kadar seksi ve yakışıklı olduğunun farkına vardım (benim salaklığım da olabilir bu tabi). Bir de böyle Woody Allen tarzı bir romantik komediye böyle mi yakışırdı bir insan.

Dün gece de The Ides of March'ta Amerikan siyaset dünyası 101'den parçalar izledim uzun uzun. Ama o olmasaydı biraz daha içim sıkılarak izlerdim eminim, film kötü olduğununda değil, harikaydı ama siyasetin s'si bile dünyanın neresinde olursa olsun değişmediğinden. Yılların Hollywood aktörlerini ezdi geçti, filmdeki karakterinin de meslektaşlarına yaptığı gibi.

Neyse çok uzattım ama daha çok uzun bir yol var önünde ve başladığı noktadan bu güne gelişini gördüğüme sevindiğim oyuncuların başında geliyor. Benden önce ölmeyeceğini düşünüyorum, mutluyum, her yeni filmini heyecanla bekleyeceğim.

29 Temmuz 2010

Dünya Kupası'nın Ardından

Dört yıl daha göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti nasıl olduğunu anlamadan ve biz de bir Dünya Kupası’nı daha bitirmiş olduk. 2010 Dünya Kupası’ndan aklımızda kalanları biraz (hatta bayağı!) geç de olsa aktarmak istedim. Şu anda hala taze ve hatırlanıyor olabilir, ancak notlarımızın bir kısmını muhtemelen çok kısa bir sürede unutacakken, diğer kısmını ise her daim hatırlayacağız. Henüz hangisinin geçici, hangisinin kalıcı olduğunun ayrımına varamamış olduğum için hepsini paylaşmak istedim. 

Işte bir ayın özeti 
  • Şüphesiz ki Dünya Kupası’nın Güney Afrika’da gerçekleşeceğinin açıklanmasıyla birlikte bir numaralı merak ve endişe konusu “vuvuzela” ve akıbetiydi. Yoğun kulis çalışmalarına karşın plastik bir zurnaya benzeyen, binlerce kişi bir anda çalınca arı vızıltısını andıran ve bilmemkaçbin desibel ses çıkartan bu aletin yasaklanması çalışmaları sonuç vermedi. Bizler de bir ay boyunca garip bir şekilde beynimizde binlerce arının sonsuz vızıltısının dolaşmasına alıştık. Hatta sonlara yakın vuvuzela sesinden seyircinin karakter tahlilini yapmaya başlamıştık bile… (En azından TRT spikerleri yapmaya başlamıştı)… Hımmm çok fazla uğultu var, seyirci mutsuz, gol istiyor… Hımmm, sesler uyumsuz, seyirci heyecanlı… Hıımmm, uyumlu bir arı vızıltısı efekti var, izleyiciler sonuçtan tatmin olmuş… Gibi… 
  • Sonra “jabulani” çıktı ortaya… Dünya Kupası için özel olarak tasarlanmış bir top… Ancak bu topa vuran bir, topu tutan bin pişman oldu. En çok da kaleciler şikayetçiydi. (NASA’nın yaptığı deneyler sonucu, belli bir hızın üzerinde topun beklenmedik yalpalar yaptığı bilimsel olarak kanıtlandı).
  • G.Afrika’nın altyapı hizmetleri ile birlikte bu kupa için yaklaşık beş milyar USD harcadığı biliniyor. Ancak görünen o ki ülke bu işten oldukça zararlı çıktı. Güvenlik kaygısı ve coğrafi uzaklık sebebi ile ülke dışı ziyaretçi sayısının beklenenin altında kalması ile FIFA’nın kupayı bir Afrika ülkesine vererek kaş yapayım derken göz çıkartmış olabileceği genel bir kanı olarak görünüyor. (Yaklaşık bir milyar USD düzeyinde zarar tahmin ediliyor, ancak tabi ki finansal olarak telafuz edilen bu rakam her şey demek değil, işin sosyolojik, kültürel çok derin boyutları da yok değil, halen bu tartışmalar devam ediyor). Acaba Batı kültürlerinin Afrikalılara bakışı bir gıdım bile olsa değişmiş olabilir mi, Avrupalı holiganlar ve Afrika yerlilerinin değişik interaksiyonları gibi... (Google’a sorduğumuzda bu konuda envai çeşit yorumla karşılaşıyoruz, bekleyip görmek lazım benim şahsi kanaatim…)
  •  
    Ülkeler
  • İtalya ve Fransa'nın oynadıkları sıkıcı futbol ve özellikle Fransa'nın takım için huzursuzlukları ile turnuvanın tadının kaçıranlar olmaları (Anelka'nın Domenech'e “s… git" dedikten sonra kadro dışı bırakılıp geri gönderilmesi ile ayyuka çıkmştı. Bu arada herkes gizliden gizliye "ağzına sağlık Nicolas" dedi). İlk turda elenmelerinin dünyada büyük memnnuniyet yaratması…
  • Şili ve Gana'nın oynadıkları keyif veren futbolun herkesin beğenisini kazanması. Özellikle Şili'nin rakibin kim olduğundan bağımsız geniş sahada hücum futbolu oynama arzusu ile sonunda kendini yaksa da (İspanya maçı), izleyenlerin gönlünde taht kurması.
  • Yıllar önce Almanya ile Avusturya'nın grubun son maçına beraberliğe yatarak Cezayir'i harcadığı gibi, bu kez Brezilya ve Portekiz'in aynı çirkinliğine güzeller güzeli Fildişi Sahili'nin kurban gitmesi. Aynı dili konuşan, kültürel kanka ülkelerin, grupta son maçlarını birbirleriyle oynamalarının yasaklanması gerekliliği.
  • Yeni Zelanda'nın dünyanın öbür ucundaki futbol ülkesi olarak kendini kabul ettirmesi. İtalya'nın da yer aldığı grupta mağlubiyet almadan elenerek "koyunlar" ve "haka dansı" dışında özellikleri de olduğunu göstermeleri.
  • Kişiler
  • Maradona'nın kötü takım seçerek ve kötü taktik vererek bile eğer maç boyu tesbih çekersek Dünya Kupası Çeyrek Finali oynayan bir teknik direktör olunabileceğini göstermesi. Sonuç ne olursa olsun, futbol mahallesinin en afili abilerinden biri olduğunun ve hata yaptıkça onu daha çok sevdiğimizin anlaşılması.
  • Mesut Özil'i Yozgatspor’un altyapısından yetişmiş, tüm futbol ve spor kültürünü güzel ülkemizde kazanmış, üç büyüklerde yıldızı parladıktan sonra, Almanlar tarafından kaçırılarak devşirilmiş ve zorla milli takımda oynatılıyormuş gibi sahiplenmemiz. (En azından TRT spikerlerinin sahiplenmesi)
  • 94 milyon Euro'luk Ronaldo'nun, oynadığı futbolun değil ama belki egosunun bu kadar para edebileceğinin anlaşılması.
  • Ömer Üründül'ün canlı futbol maçı yorumlayarak, tüm izleyicilere eziyet etmesine izin verilmesi. Spikerlerin "al da at" dercesine yaptığı muz ortaları bile dağa taşa vurarak hatta bazılarına vurmaya bile tenezzül etmeyerek, karnımıza ağrılar sokması.
  •  
    Tanrı’nın müdahalesi 
    1986'da futbola eli ile müdahale etmeye başlayan Tanrı’nın, bu alışkanlığına bu kez Luis Suarez üzerinden devam etmesi. Ama 1986’daki müdahalenin tersine, mağdur Gana olduğu için, bu kez "Tanrı’nın elinin" pek sempatik karşılanmaması.
     
    İroniler
  • İronik Final: Total futbolu icat edip, İspanyollara öğreten Hollanda'nın finalde şu sıralar kendisinden daha bir "total futbol" oynayan öğrencisi karşısına çıkması. Öğretmenin her zaman öğrencisine öğretmediği gizli bir numarası olacağı beklentilerine karşılık, öğrencinin dersini çok iyi çalışmış olduğunun görülmesi…
  • Yıllarca kulüpler düzeyinde dünya futbolunun lokomotifi olan İspanya'nın milli takım düzeyindeki başarısızlıkları, Bask ve Katalan oyuncuların kendilerini dışlanmış hissetmesine bağlanmıştı. Şimdi omurgasını Katalan Barcelona oyuncularının oluşturduğu İspanya’nın, aynı zamanda Katalan milli takımının kaptanı olan Carles Puyol'un golüyle finale adını yazdırması.
  •  
    Ve diğer notlar
  • Kupayı 3. kez alan sonsuza dek sahibi oluyor. (İlkini 1970 de Brezilya üçüncü kez kazanarak, sonsuza kadar müzesine götürmüştü). Ancak bu mutluluğa erişme şansı olan daha önce 2 kez kazanmış Almanya, Arjantin, İtalya, Brezilya'dan hiçbiri finale dahi gelemedi.
  • 1998’de Fransa'nın Dünya Kupası’nı kazanmasından sonra nihayet Dünya Kupası kazanmış ülkeler menüsüne İspanya ile yeni bir lezzet daha eklenmiş oldu…


    Dip Not:
    İspanya sporda bu yaza tam olarak damgasını vurmuş durumda. Wimbledon Kupası’nı Rafael Nadal’ın almasından ve FIFA Dünya Kupası’nı İspanya Milli Takımı’nın kazanmasından sonra daha ötesi ne olabilir ki diyen İspanyollar Fransa Bisiklet Turu’nda vatandaşları Alberto Contador’un üçüncü kez Sarı Mayo’yu kapmış olmasıyla gurur duyuyor olsa gerek! Ama bu da ayrı bir yazı konusu:)

3 Temmuz 2010

Peki Ya Diğer Takım?

Çok sevdiğim ‘Peanuts’, bizde daha iyi bilinen adıyla ‘Snoopy’ çizgi serilerinin, günlük hayatımda en çok aklımda yer eden karelerinden birinde şöyle bir diyalog geçer: Charlie Brown’ın en yakın arkadaşı Linus bir maça gitmiştir, maç sonrası arkadaşına heyecanla izlenimlerini anlatmaya başlar; “İnanılmaz bir maç oldu, bizim takım kaybetmek üzereyken son anda oyuncu topu aldı, saniyeler kala koşmaya başladı, o anda bütün stad ayaktaydı, kaleciyle karşı karşıya kaldılar, golü attı ve hemen ardından bitiş düdüğü çaldı, maçı kazandık! Yer yerinden oynadı, herkes birbirine sarılıp sevinç çığlıkları attı, inanamazsın, orada olmalıydın!”. Charlie Brown’ın tepkisiyse hiç beklenmedik şekilde şöyle olur: “Peki ya diğer takım ne yaptı?”.

O kadar çok yaşıyorum ki bu duyguyu, her seferinde Charlie Brown’ı anmadan edemiyorum...

Bugün Dünya Kupası’nda Uruguay ile Gana arasındaki çeyrek final maçında zaten kim kazansa aynı soruyu soracaktım maçın bitiminde. Bu iki takım arasındaki bir çeyrek final maçını izlemenin bu kadar keyif verici olacağını televizyon karşısına oturduktan bir süre geçinceye kadar tahmin etmezdim. Bu iki takımdan birisi daha bilindik, favori futbol ülkelerinden birisi ile mücadele ediyor olsaydı ve yine aynı futbol ortaya konsaydı belki de o kadar etkilenmezdim. Dakikalar geçtikçe ve oyunun rengi bir türlü belli olmamaya devam ettikçe benim de heyecanım artmaya başladı.

Beni asıl heyecanlandıran, ilk defa Afrika Kıtası’ndan bir ülkenin futbol milli takımının yarı finale çıkacak olma ihtimali ile birlikte, tarihinde çok büyük başarılar elde eden, ancak son 40 yıldır önemli bir başarı gösteremeyen, Güney Amerika kriterlerinde oldukça küçük bir ülke sayılabilecek Uruguay’ın tarihi başarısını yineleme ihtimali oldu. İlginçtir ki Uruguay 1930 yılında ilk kez gerçekleştirilen FIFA Dünya Kupası’nın ilk şampiyonu. Sonraki yıllarda da başarılı sonuçlar elde etmiş, 1950 yılında tekrar şampiyon olmuş, ancak 1970 yılından bugüne kadar yarı finalden öteye gidememiş. (Bunları yazarken Türkiye’nin 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülük elde etmiş olmasının da ne büyük bir mucize olduğunu hatırlamadan da edemiyorum!). Aynı duyguları 1990 İtalya Dünya Kupası’nda da Kamerun’u çeyrek finalde seyrederken yaşamıştım. Ancak bu sefer her iki ülkeye de sempatim maç ilerledikçe artmaya başlarken, sırf bu nedenden dolayı maç hiç bitmesin istedim. Çünkü hangisi elenirse elensin ben bu sefer mutsuz tarafta olacaktım, “Peki ya diğer takım?” diyerek...


Teknoloji sağolsun öyle bir noktaya geldi ki, TV ekranlarında aynı anda bir futbolcunun attığı golden sonraki gol sevincini an be an izlerken, diğer yandan kalecinin top elinden kaçtığı anda yüz ifadesindeki değişikliği, bir takımın seyircilerinin sevinçle kucaklaşırken, diğer takımın taraftarlarının yıkılmış bir şekilde yüzlerini avuçlarına gömüp hareketsiz kaldığı görüntüleri rahat koltuklarımızda izleyebiliyoruz. Doğal olarak ben herhangi bir spor müsabakasında tuttuğum taraf bir skor kaydettiyse bile, anında diğer tarafla empati kurarak sevincimi kursağımda bırakıyorum. Ki böyle hem tarafsız hem de iki taraf da kazansa ne olur sanki gibi hissettiğim durumlarda sırf bu yüzden maç hiç bitmesin istiyorum. En nihayetinde spor bu ne olacak, tabi ki birisi kazanacak birisi kaybedecek... De diyemiyorum, böyle kilitlenip kalıyorum ekrana...

Niye izliyorum o zaman? Oyunun kendi atmosferini, heyecanını, sonuca giden yoldaki çabaları, oyuncuların bana garip gelen ama aslında çok da normal olan kazanma hırsları için ortaya koydukları mücadeleyi izlemeyi seviyorum sanırım. Bir de sevdiğim ve az çok anladığım sporlarda kişisel hırstan daha önce olan ve onları bu noktalara getiren müthiş yeteneklerine hayran kalıyorum. Ve de bu yeteneklerini ortaya çıkarabilmelerine, yaptıkları “ayak” (bugün olduğu gibi bazen el!) oyunlarıyla milyonları peşlerinden sürüklemelerine...

Bugünkü maçın sonunda teoride kaybeden taraftaydım – en azından son 30 dakika gönlüm biraz daha Gana’ya kaydı – sonuçta farketmeyecek, yarın sabah uyandığımda ben bu maçı çoktan unutmuş, bir sonraki maçlara, bir sonraki Dünya Kupaları’na bakıyor olacağım. Asamoah Gyan hayatı boyunca unutmayacak, Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltı vuruşunu 16 yıldır unutmadığı gibi... Ama her ikisini de biz daima hatırlayacağız. Onlar bu oyunları ezberde bırakanlar, benim için hatırlanmaya değer kılanlar. Yürümeye devam edenler... “Diğer” takımdakiler...

9 Mart 2010

Ve Kazanan...!


82. Oscar Ödül Töreni ile birlikte bir ödül sezonunun daha sonuna gelmiş olduk. Krizin etkisiyle mi bilmem sönük geçen 2009 film sezonunun kapanışı da tüm çabalara rağmen parlatılamayan bir Oscar gecesi ile gerçekleşmiş oldu böylelikle.

Geçtiğimiz yıl Hugh Jackman’ın müzikal performansından etkilenen Akademi, kendisini bu yılki tören için ikna edemeyince en azından ‘çakma’ bir Hugh Jackman açılışı yapalım diyerek Neil Patrick Harris’i benzer bir şovla sahneye çıkartıp ağzımıza bir parmak bal çaldı.

Renkli bir gece geçireceğimizin umudu ilk ödülün En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ya verilmesi ve yıllar sonra jargonun yeniden ‘Oscar’ın birine gitmesi’ değil de birilerinin ‘Oscar’ı kazanması’ olarak değiştirilmesi ile artmaya başladı. Oscar’a aday olduğu için kazanmış sayılır, önemli olan aday olmaktır, kazanmak değil felsefesinin de sona erdiğini görmüş olduk böylece. Penelope Cruz ‘kazanan’ Cristoph Waltz’ı açıkladıktan, Up en iyi animasyon seçildikten ve ardından T-Bone Burnett’ın The Weary Kind şarkısı Oscar’ı aldıktan sonra en azından ödüllerde fazla bir sürpriz olmayacağı hissimi pekiştirmek üzereydim ki... Sürprizsiz gece beklentisi En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını The Hurt Locker’ın almasıyla yerle bir olmuş oldu! Quentin Tarantino’nun hayal kırıklığıyla hemen akabinde kulise koşarak birkaç shot tekila devirdiğini de EW tweet’leri sayesinde öğrendim bu arada! Waltz’ın da şarabını ‘en kötü günümüz böyle olsun’ havalarıyla Tarantino ile tokuşturduğu bilgisi de buradan geldi, ‘senin için hava hoş’ demiştir tabi Tarantino...

Gecenin bir diğer şaşırtmacası yine senaryo dalında geldi, tüm eleştirmenlerin tek geçtiği Up in the Air de Inglorius Basterds gibi diğer senaryo ödülünü tahmin edilmedik şekilde Precious’a kaptırarak benim gibi bu filmin sevenlerini biraz buruk bıraktı. Kuaförünü değiştirmekle büyük hata yapan George Clooney de bu noktada cep konyağından biraz yudumlanmak için arkaya geçti (ya da geçmiş olabilir, içkisiyle geldiğini duydum herhalde bu ana saklamıştır)!


Gecenin ilerleyen saatlerinde The Hurt Locker ödül yarışında öne geçtikçe James Cameron ve ekibi dağılmaya başladı, bir noktada üçe üç beraberliğe ulaşmalarıyla yüzleri güler gibi oldu ama En İyi Kurgu Oscar’ını da The Hurt Locker kapınca yeniden koltuklarına gömülüverdiler...

Dört oyuncu ödülü de beklendiği gibi sonuçlandı. Jeff Bridges sonunda hakettiği Oscar’a kavuşmasına çok az bir süre kala Michelle Pfeiffer’ın sözleriyle bizlerle birlikte gözlerinin dolmasına engel olamadı. Sanırım o sırada metod oyunculuğu taktiklerini düşünerek komik anılarını kafasında canlandırdı, gözyaşlarını geri itti ve bu seneki ağlayan erkekler kervanına katılmamayı başardı! “The Dude”ı salondaki seyircilerle birlikte biz de ayakta alkışladık.


Sandra Bullock Hollywood ‘sweetheart’ı kontenjanından aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü sonrasında yaptığı dokunaklı konuşması ile bir kısmımızın kalplerini fethederken, bir kısmımızı sinir etti:)


Kathryn Bigelow’un En İyi Yönetmen Oscar'ını alacak ilk kadın yönetmen olmasına çok yakın bir süre kala heyecanımız doruğa çıktı. Bu dalda bir şaşırtmaca beklemeyen Akademi de bu ödülü Barbra Streisand’a verdirerek olabilecek en iyi seçimi yapmış olduğunu gösterdi. Barbra “Well the time has come,” dediğinde salondakilerle birlikte derin bir “Oh!” çektik ve bir yandan ayağa kalkarken diğer yandan klavyelerimize sarılıp "Kathyrn!" diye bağırdık! Dünya Kadınlar Günü’nde harika bir hediye oldu diye düşünmeden edemedik:)


Popdater’dan En İyi Kurgu’yu alanın En İyi Film’i de aldığını kurgu ödülü sırasında duyduğumdan The Hurt Locker’ın Oscar’ı almasının kaçınılmaz son olduğunu farkettim. Bu nedenle gecenin sonu benim için beklenen şekilde ‘bu Hurt Locker’da da ne buldular anlamadım’ diyerek sona erdi.


Geceden Kısa Notlar:

  • En güzel kıyafet Hollywood’un en iyi giyinen kadını Sarah Jessica Parker’a aitti yine. Ancak, Chanel elbisesini ertesi gün geri verecek olmasından dolayı o kadar üzgündü ki bu anın tadını çıkaramadı!
  • Monique’in bacaklarını göremedik, bu sefer Altın Küreler’deki hataya düşmedi neyse ki...
  • Jake ve Maggie Gyllenhall kardeşlerin güzelliği karşısında söyleyecek söz bulamadım, uzun yıllar sahalarda görmek istiyoruz kendilerini! 
  • Meryl Streep beyazlar içinde yarı tanrı edasıyla yanından geçen tüm kazananlara şefkatli gülücükler dağıtarak bir kez daha gönlümüzde taht kurdu! 
  • Görkemli açılışın devamı gelmedi ne yazık ki, özgün şarkılar bile diğer ödüllerde olduğu gibi montaj eşliğinde banttan yayınlandı... 
  • Alec Baldwin - Steve Martin ikilisi yeterince komik olamadılar, esprilerinin çoğuna ayıp olmasın diye güldük... 
  • John Hughes tribute’u bizi 80’li yıllara ve ilk gençliğimize götürdü, hoş bir nostalji yaşatırken The Breakfast Club oyuncularıyla yıllar sonra yeniden karşılaşmamızla aynı zamanda ne kadar yaşlandığımızı fark ettirdi! 
  • İçim burkularak izlediğim kaybettiklerimiz arasında Farah Fawcett’a yer verilmemesine üzüldüm... 
  • Korku filmleri montajı için çok uğraşmışlardı, bütün klasik korku filmelerinden sinir bozucu sahneler vardı ama neden yapıldığını ben anlamadım, gecenin bir yarısı sinirimin bozulması dışında bana pek bir katkısı olmadı! 
  • Bu sene üç kişiye (Lauren Bacall, Roger Corman ve Gordon Willis) verilen Onur Ödülü biraz geçiştirildi gibi sanki, sahneye filan çıkartmadılar hiçbirini... 
  • Tom Hanks’in ‘Akademi Valisi’ :) olduğunu öğrendim loonybinsblog sayesinde ama yine de En İyi Film Oscar’ını onun vermiş olmasından pek hazetmedim. 
  • Gecenin sonunda 2008 filmlerinin 2009’dakilerden çok daha iyi olduğu yönündeki düşüncem değişmedi!
Dip Not: Geceye twitter’dan canlı yorumlarıyla katkıda bulunan ve gecemi şenlendiren popdater, allegrande, petite1ze ve loonybinsblog’a teşekkürü bir borç bilirim:)