21 Haziran 2009

Bir Yaz Günü Rüyası


Yaz geldi, geliyor, hava soğudu ısındı, yağmur yağdı, aman yine soğudu derken, karşı konulamaz bir şekilde içine aldı bizi yaz sıcakları. Yazları severim, hele hafif esintili yaz akşamlarına bayılırım. Akşamüstü balkona çıkıp, bir elime soğuk soda ve buzlu beyaz şarabım, diğerine bir kitap - ya da kucağıma en son oyuncağım - bilgisayarımı - alıp bir yandan müzik dinlerken bir yandan da kendimi dinlemeye başladım mı değmeyin keyfime :)

Bu aralar bir şekilde kendimi uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla eski mekanlarda eski şarkıcıları (ama pek yeni şarkılarını) dinlerken, anıları paylaşırken, kısacası pek bir nostalji yaşarken buluyorum. Sonra anılara dalıp gidiyorum, eski filmleri, dizileri filan tekrar seyredeyim diyorum... Evet, arada bir nostalji yaşamak güzel, arkadaşlarımla yeniden bir araya gelmem, sevdiğim insanları yeni halleriyle ama aslında hiç de değişmemiş, böyle bir huzurlu-mutlu görmem... Hadi filmler diziler de bir yere kadar da, ben en son kendimi youtube'da yıllar öncesine ait bir Wimbledon final maçının görüntülerini ararken buldum! Ne yapayım, ben de sonra o final maçının hikayesini paylaşmaya karar verdim...

Yazların bana göre en güzel aktivitelerinden birisi de çeşit çeşit spor karşılaşmalarını, daha doğrusu, şampiyonaları, kupaları falan beklemek, izlemek. Sonra konserleri takip etmek, gidemesem bile gidebilme ihtimalimi sevmek:) Kışları Altın Küreler, Emmy'ler, Oscar'lar; ilkbaharda film festivalleri varsa, yazın da Dünya, Avrupa Kupaları, atletizm, tenis şampiyonaları, 4 yılda bir de olsa Olimpiyatlar var! Çift seneler bu anlamda daha keyifli tabi, olsun her zaman itinayla takip edecek bir olay bulunur! Mesela yarın Wimbledon Tenis Şampiyonası başlıyor! 

Tenis topu ve raketiyle şahsi ilişkim el kol göz beyin koordinasyonumun zayıflığından mıdır nedir, oldukça kısıtlı olsa da, kendimi bildim bileli Grand Slam Turnuvaları'na karşı özel bir zaafım olmuştur. Nasıl Oscar Törenleri'nde kırmızı halıda kim ne giyecek, kim kiminle gelecek, hangi ünlü hangi ödülü verecek, şovlar nasıl olacak tartışmaları ödülün kime gittiği kadar önemliyse, tenis karşılaşmalarında da maçın ötesinde arka planda yaşananlar ilgimi çekmiştir hep. Annelerin, babaların, sevgililerin, eşlerin hırslarının nasıl sporcununkinin önüne geçtiğini, ünlü markaların sponsorluklar için birbiriyle kıyasıyla yarışmalarını, moda gösterisini aratmayan kıyafet şovlarını hayret ve zevk içinde izlerim. Tenis oyuncularının kulislerde yaşadığı aşkın meşkin dedikoduları da işin tuzu biberi zaten... Evet, kısacası heyecanla bekliyorum Wimbledon'ın başlamasını... 
Ama bunu söylerken belirtmeliyim ki, bundan sonra herhangi bir tenis maçından bundan tam da 8 sene önce yaşadığım heyecanı ve tatmini yaşayacağımı da pek zannetmiyorum. Evet, çünkü tarihi bir final maçıydı, evet dünya spor otoritelerinin gelmiş geçmiş en muhteşem spor karşılaşmaları arasında gösterdiği bir maç oldu ve de evet çünkü o gün ben de oradaydım!


Doğruya doğru inanılmaz bir maçtı ve benim ve benim gibi binlerce izleyicinin de orada bulunması tamamen bir tesadüften ibaretti. Dünya sıralamasında o dönemde sakatlıkları, sorunları falan gibi nedenlerle 125. sırada olan ve turnuvaya "wild card" denen kontenjanla katılan Hırvat tenisçi Goran Ivanisevic şansın -ve kaderin mi desem- da yardımıyla finale kalmıştı (ki kendisini zirve yaptığı 90'larda da büyük bir zevkle izlerdim, haşarı, afacan, serseri bir çocuk gibiydi, standart tenis oyuncusuna benzemez, deli dolu hareketlerle ortalığı birbirine katar ama kendine has stiliyle birçok kişiyi de hayran bırakırdı oynadığı oyuna, saatte 200 km üzerinde hızla servis atar sonra sağa sola oraya buraya vururdu topu-raketi-kendini, batırırdı oyununu-olsun ben bayılırdım ona!). Karşısında ise yine bir başka sevdiğim (oyunundan mı, "cool"luğundan mı, alçak gönüllü, iyi huylu olmasından mı, yoksa o topu havaya attıktan sonra elinin havada asılı kalırken duruşunun aldığı yunan tanrısı benzeri görüntüden mi ne bilemiyorum!) Avusturalyalı Pat Rafter vardı. Onun da o sene profesyonel tenis hayatını bırakacağını açıklaması son derece duygu yüklü bir karşılaşma olacağının habercisiydi zaten! Ama o sene olanlar bununla da bitmedi. Geleneksel olarak her sene Haziran ayının sonlarında Temmuz ayı başlarında bir Pazar günü gerçekleşen Wimbledon Tek Erkekler Finali, 2001 yılında o dönemde yağan yoğun yağmurun etkisiyle maçların ertelenmesiyle, tarihinde ilk kez bir Pazartesi gününe kaydı. Öyle olunca kocaman gösterişli şapkalı kokoş leydiler ve smokinli purolu ağır abi lordların yerini bildiğin sokaktaki sade vatandaş aldı.

Okul bitmiş, tez yazıyoruz, bir arkadaşımın gazıyla bizim oradan trenle 45 dakika mesafedeki Wimbledon yolunu tuttuk biz de. Hava güzel, iş yok güç yok, amacımız oralarda çimlerin üzerinde yayılmak, çileklerimizi alıp stadın dışındaki dev ekranlar karşısında öyle boşça ve hoşça vakit geçirmek (ve de tabi ömrü hayatımızda bir Wimbledon ortamı görmüş olmak!). Kampüsümsü Wimbledon Tenis Kortlarına girerken kapıda bilet kesiliyor, çimlerde oturmak bile paralı yani, olsun geldik o kadar gireceğiz tabi. Uzun bir kuyruktan sonra gişedeki adam sordu bize, "Stat mı stat dışı mı?". Final biletlerinin karaborsada bin-iki bin pound'a kadar çıktığını duymuşuz, şaşırdık böyle bir soruyla karşılaşınca, meraktan sorduk "Stat ne kadar?" diye. 40 pound'ı duymamızla kendimizi "Centre Court"ta bulmamız arasında geçen süreyi hatırlamıyorum. Sanırım o sırada rüya gördüğümü düşünmüş olmalıyım! Yıllar boyu TRT ekranlarından ağzım sulanarak seyrettiğim o yeşilin üzerindeki beyaz kıyafetli insanlarıyla, top toplayıcısından o merdivenli sandalyede oturan hakemine, skor tabelasında sarı noktalarla yazılan isim ve sayılarıyla, sporcuların oturduğu sıralarıyla ve de tabi ki görkemli tribün ve seyircileriyle, o seyircilerin bir parçası olarak bir Wimbledon Merkez Saha maçındaydım ben! Tek farkı ise bir futbol maçını aratmayacak taşkınlıktaki, ellerindeki Hırvat ve Avusturalya bayraklarını sallayan, tarihinde ilk defa olayı bir milli mücadeleye (!) çeviren seyircilerdi sanıyorum. Normal şartlarda sakin sakin, asil bir şekilde oturup skorlarda sporcuları formaliteden alkışlayan seyircilere alışmış yetkililer bile ne yapacağını şaşırmıştı. Evet itiraf ediyorum, maç boyunca ben de kendimi Hırvat seyircilerle bağırıp çağırırken buldum, tanrısal (!) servislerinde Rafter'ı alkışlamayı ihmal etmedim ve yaklaşık 3 saat süren ve başından sonuna başa baş dişe diş geçen maçın sonunda gülen tarafta olmanın garip gururunu yaşadım!

Maç bitip de Ivanisevic gözyaşları içinde kendini yere attığında ben de sarhoş gibiydim. O gün sadece mutlu ve şaşkındım. Ancak yıllar sonra dönüp baktığımda o günü yaşamış olmamın ne kadar büyük bir mucize olduğunu görebiliyorum. Ve bunun bir adım ötesi ılık bir kış günü Kodak Theatre'a kırmızı halıda teşrif etmek olabilir, neden olmasın diyorum..:)

14 Nisan 2009

Morrissey'in Sönmeyen Işığı


Morrissey kollarını Paris'e doluyor, Paris'i sarıp sarmalıyor, çünkü yalnızca çelik ve taş yığınları onun aşkını kabul ediyor! Ya da bunca zamandır hiç olmayan ve olmayacak aşkını aramak için üzülüyor, yıpranıyor, boş yere zaman kaybediyor. Ama insanlar böyle büyüyor... Zaten hayatta öyle acılar var ki aşk acısı yanından teğet geçiyor! Ne varki insanlar böyle büyüyor... Zaten o da artık tek başına mutlu, hem de hiç olmadığı kadar. Çünkü yalnız olmadığını biliyor, çünkü onu sevmesek bile ona aşığız ve gidince onu özleyeceğiz, çünkü tek ihtiyacımız olan o!

Bütün bu yazılanlar Morrissey'in son çıkan, hem de kendi deyişiyle final niteliğindeki ve hayatının eseri olarak adlandırdığı "Years of Refusal" albümündeki şarkılarından bazı sözler. Bana son yıllarda verilen en güzel doğumgünü hediyesi... Tam da bana bunu hatırlatmak istercesine "It's Not Your Birthday Anymore" diyerek doğumgünümde aldığım kutlama ve hediyelerin aslında ertesi gün hiçbir anlamı olmayacağını, hiçbirinin onun şu anda verdiği aşkla karşılaştırılamayacağını söylüyor.




30 yılı aşkın süredir bizlere seslenen Morrissey jübilesini yapmaya karar vermiş bu albümüyle... Pek inanasım gelmiyor ya da inanmak istemiyorum, müzik dinleyebildiğim sürece beni şarkılarıyla sarıp sarmalasın istiyorum Paris yerine! İrlanda kanlı, İngiliz yürekli, Amerika'da yaşayan ve tam olarak da hiçbir sekse, hiçbir ırka, hiçbir millete ait olamayan bu adamın artık kendisiyle barıştığını ve o aidiyet duygusunu hissetmeye çalıştığını hissediyorum son şarkılarını dinlerken...

Kendisiyle lise yıllarımda tanıştım, The Smiths'ten ayrılmış ve yoluna yalnız devam etme kararını çoktan vermişti o zamanlar ama ben yine de The Smiths şarkılarıyla tanımıştım onu ilk. O "Ask me! Ask me! Ask me!" diye sesleniyordu ben de soruyordum ona yaz geceleri sahil yeri diskolarında hala öyle müzikler çalmaya devam ederken! Oysa o çoktan kendi yaşadığı depresif ve karanlık sahil şehrinde her günün bir Pazar günü gibi olduğunu anlatıyordu, kıyamet gününün bir an evvel gelmesini isteyerek. Londra, Birmingham ve Leeds sokaklarında "Panic" yaşamıyordu artık, DJ'leri asmak istemiyordu belki de. Üniversite yıllarımda aşkın en temel kuralını -kaçan kovalanır- o kadar basit bir şekilde ifade etmişti ki "The More You Ignore Me The Closer I Get" diyerek, gelmiş geçmiş bütün albümlerini aldığımı ve içinde sözleri olmayan şarkıların sözlerini geceleri odamda kağıt kalem, kasetçalardan "pause-play-pause-play" yaparak çıkarmaya çalıştığımı dün gibi hatırlıyorum.

Ben büyürken o da büyüdü, benden yaşlıydı ama onun şimdi yazdıklarını ve düşündüklerini (en azından benim onun düşündüğünü düşündüklerimi) şu anda hissedebildiğim ve anladığım için mutluyum. Yine de içimde bir burukluk var, terkedilmiş gibiyim adeta. Bundan sonra aynı heyecanla kimin şarkılarını -şiirlerini- bekleyeceğimi bilemiyorum! Doğumgünüm sona erdiğine göre sanırım bir süre daha Morrissey'in "hiç sönmeyen ışığıyla" idare edeceğim, ona yetişebilecek bir şair keşfedene dek...


8 Mart 2009

Jai Ho! *


1990'larda bize filminin müzikleriyle "ne hayal ederseniz" diyen Danny Boyle 2000'lerde "zafer gelsin" şarkısı eşliğinde kendi hayallerini gerçekleştirmiş ve zaferini çağırmışa benziyor.

Benim yaşlarımdaki birçok insan Trainspotting'i ilk defa seyrettiğinde yaşadığı hayranlık ve şaşkınlıkla karışık şoku çok net hatırlayacaktır. Film bizi o zamana kadar görmediğimiz bir ritim ve kurguyla, farklı bir anlatım tarzı ve müziklerinin sağladığı bütünlükle, kendi küçük yaşam alanlarımızdan çıkartıp İskoçya'nın soğuk ve ürkütücü varoşlarında başka hayatlarla tanıştırmıştı. 90'ların ikinci yarısında patlayan clubbing kültürünün ilk sinyallerini de bu film ile almıştık sanıyorum. Filmin baş karakteri Renton'ın üzerinde daracık kotu ve montuyla bir gece bir club'da "For What You Dream Of" şarkısı eşliğinde ayaklarını sarkıtarak oturduğu yerde küçük bir çocuk edasıyla salınması hala gözümün önündedir. Tam olarak ne yaptığını ve o anda orada ne aradığını bilemeyen Renton heyecanlı ama ürkek bakışlarla etrafa bakınırken kendi geleceğini kurgulamıştı belki de. Tam da Danny Boyle'ın yaptığı gibi...


Filmdeki her bir şarkı o sahnelere öylesine yerleştirilmişti ki, filmi upuzun bir video klip gibi seyrettiğimi bile düşündürtmüştü bana. Sonrasında geceleri aktığımız her mekanda heyecanla Trainspotting soundtrack şarkılarını çalmasını beklememiz, DJ'e bize en azından Underworld'dan "Born Slippy" şarkısını çalması için müdahale ettiğimiz zamanlar çok da eski gelmiyor bana şu anda...

Aynı duyguları yıllar sonra Slumdog Millionaire'de yaşamış olmamın da bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Danny Boyle filmlerinin o müzikler olmadan bu derece anlam kazanamayacağını bildiğinden olsa gerek, İskoçya'nın varoşlarından Hindistan'ın varoşlarına akarken A.R.Rahman'ın mükemmel şarkıları ile bizleri de bu farklı dünyaya sürüklüyor. Öyle ki, film boyunca müziklerle birlikte aşağı yukarı inip çıkan ruh halimizi, sonunda bizi de filmin kahramanlarıyla beraber bu zaferi kutlamak için dans etmek isteyecek noktaya getiriyor.

Trainspotting Renton'ı birkaç bin sterlin ile yeni hayatına kavuşturarak Danny Boyle'ı da hayallerine yaklaştırırken, Slumdog Millionaire, Jamal'ı bir milyonere dönüştürürken Danny Boyle'ı da hep hayal ettiği ve hakettiği zafere ulaştırıyor!



Jai Ho!

(*) Hint dilinde "zafer gelsin / zafer sizin olsun" anlamlarına geliyor

28 Şubat 2009

David'i Lynch Etmeyelim!

David Lynch'le ilk olarak İkiz Tepeler ile tanıştım. Televizyon tarihinin "mihenk taşları"ndan olarak adlandırabileceğimiz bu diziyi o zaman bir lise öğrencisi olarak Pazar akşamları uykusuzluk çekmek pahasına heyecanla takip ederdim. Magic Box Star 1'in son bölümü yayınlamama nedenini hiçbir zaman anlayamasam ve o dönemde hayal kırıklığına uğramış olsam da sonraları bu olayı da David Lynch film anlayışı içerisinde değerlendirerek, önemli olan sonuç değil felsefesiyle pek fazla da önemsemedim. Beni her bölümde heyecandan heyecana sürüklemiş, "Laura Palmer'ı kim öldürdü?" sorusunun çok ötesinde başka boyutlara götürmüştü bu dizi. Hayatımın son 5 senesinde önemli bir yeri kaplayan Lost'u da sonunda ne olacağından çok her bir bölümün beni nereye götüreceğini düşünerek seyretmemi de David Lynch'e borçluyum sanırım biraz! (Yine de bu sonunda aynı hayal kırıklığını yaşamak isteyeceğim anlamına gelmiyor, aman yapımcılar lütfen!)

İkiz Tepeler'den sonra seyrettiğim her bir David Lynch filmi de içimde benzer bir duygu uyandırmıştır. Filmden keyif almanın vermiş olduğu tatminin yanında neden keyif almış olduğumun, tam olarak da ne anlatmış olduğunu anlayamamanın verdiği hafif huzursuzluk ve boşluk... Lynch severler ikiye ayrılır bana göre. O keyfi alıp filmin anlamını çok da kurcalamayanlar, filmden keyif alıp anlamamanın verdiği tatminsizliği yaşayanlar, bu boşluğu yaşattığı için adamı "Lynch" etmek isteyenler... Çok ortamda gündeme gelmiştir yönetmenin filmleri, sonuç hep aynı kapıya çıkar, saygı duyarız hep beraber yaptıklarına, ama ne anlatmak ister? Bir amacı var mıdır? O kadının aynadaki görüntüsünün altında yatan nedir? Cüce ne söylemek ister aslında? Kırmızı perde neyi ifade eder? Kimse bilmez...


Bugün
!f Ankara Film Festivali'nde izlediğim Lynch: Behind The Curtain belgeseli beni uzun zamandır tam olarak tatmin eden ilk David Lynch filmi olma özelliği taşıyor (O kadar rahatladım ki Lynch çekmemiş olmasa da kendi kişisel tatminimi yaşamış olmanın verdiği heyecanla David Lynch filmi olarak adlandırmak istiyorum ben bu yapıtı izninizle:))

Bütün filmleri için genelleme olmasa da kimi zaman kendisinin de ne yaptığının ve filminin sonunun nereye gittiği hakkında hiçbir fikri olmamasına o kadar sevindim ki! Mesela film çekilirken ortalarında film ekibinden şöyle taleplerde bulunabiliyor: "Bir tane 16 yaşında tek bacaklı bir kız, bir tane 23 yaşında Japon bir kız, yok yok Avrasyalı olsun, 23 yaşında Avrasyalı bir kız, bir de evcil bir maymun bulun bana"!!! Bu belgeselden önce son filmi
Inland Empire'ı (belgesel bu filmin çekimleri sırasında çekilmiş ve ağırlıklı olarak filmin çekimleri sırasındaki David Lynch'i aktarıyor) seyretmiş olsaydım büyük ihtimalle 23 yaşındaki Avrasyalı kızın anlamını bulabilmek için saatler süren tartışmalara girecek, oradan diğer sembollerin önemi hakkında konuşacak ve hiçbir sonuca varamadan sohbetimizi noktalayacaktık arkadaşlarımla...

Bizi bu sonu gelmez tartışma ve polemiklerden kurtardığı için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum belgeselin yapımcılarına! Her şey bir yana
David Lynch'i anlamaya (tam olarak anlayamasak da her şeye rağmen sevmeye:)) ve bir kez daha sanatın ve sanatçının önemini görmeye yardımcı olduğu için bu belgeseli tüm Lynch severlere tavsiye ediyorum. Ve de ilhamın, yaratıcılığın ve sanatın acı çekerek gerçekleşeceğini düşünenlere bunun aksine, tüm bunların mutlu zamanlarda ve kendimizi iyi hissetiğimiz anlarda gerçekleşeceğini söyleyen David Lynch'e sırf bu motivasyon kaynağı için bir kez daha teşekkür ediyorum...