3 Temmuz 2010

Peki Ya Diğer Takım?

Çok sevdiğim ‘Peanuts’, bizde daha iyi bilinen adıyla ‘Snoopy’ çizgi serilerinin, günlük hayatımda en çok aklımda yer eden karelerinden birinde şöyle bir diyalog geçer: Charlie Brown’ın en yakın arkadaşı Linus bir maça gitmiştir, maç sonrası arkadaşına heyecanla izlenimlerini anlatmaya başlar; “İnanılmaz bir maç oldu, bizim takım kaybetmek üzereyken son anda oyuncu topu aldı, saniyeler kala koşmaya başladı, o anda bütün stad ayaktaydı, kaleciyle karşı karşıya kaldılar, golü attı ve hemen ardından bitiş düdüğü çaldı, maçı kazandık! Yer yerinden oynadı, herkes birbirine sarılıp sevinç çığlıkları attı, inanamazsın, orada olmalıydın!”. Charlie Brown’ın tepkisiyse hiç beklenmedik şekilde şöyle olur: “Peki ya diğer takım ne yaptı?”.

O kadar çok yaşıyorum ki bu duyguyu, her seferinde Charlie Brown’ı anmadan edemiyorum...

Bugün Dünya Kupası’nda Uruguay ile Gana arasındaki çeyrek final maçında zaten kim kazansa aynı soruyu soracaktım maçın bitiminde. Bu iki takım arasındaki bir çeyrek final maçını izlemenin bu kadar keyif verici olacağını televizyon karşısına oturduktan bir süre geçinceye kadar tahmin etmezdim. Bu iki takımdan birisi daha bilindik, favori futbol ülkelerinden birisi ile mücadele ediyor olsaydı ve yine aynı futbol ortaya konsaydı belki de o kadar etkilenmezdim. Dakikalar geçtikçe ve oyunun rengi bir türlü belli olmamaya devam ettikçe benim de heyecanım artmaya başladı.

Beni asıl heyecanlandıran, ilk defa Afrika Kıtası’ndan bir ülkenin futbol milli takımının yarı finale çıkacak olma ihtimali ile birlikte, tarihinde çok büyük başarılar elde eden, ancak son 40 yıldır önemli bir başarı gösteremeyen, Güney Amerika kriterlerinde oldukça küçük bir ülke sayılabilecek Uruguay’ın tarihi başarısını yineleme ihtimali oldu. İlginçtir ki Uruguay 1930 yılında ilk kez gerçekleştirilen FIFA Dünya Kupası’nın ilk şampiyonu. Sonraki yıllarda da başarılı sonuçlar elde etmiş, 1950 yılında tekrar şampiyon olmuş, ancak 1970 yılından bugüne kadar yarı finalden öteye gidememiş. (Bunları yazarken Türkiye’nin 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülük elde etmiş olmasının da ne büyük bir mucize olduğunu hatırlamadan da edemiyorum!). Aynı duyguları 1990 İtalya Dünya Kupası’nda da Kamerun’u çeyrek finalde seyrederken yaşamıştım. Ancak bu sefer her iki ülkeye de sempatim maç ilerledikçe artmaya başlarken, sırf bu nedenden dolayı maç hiç bitmesin istedim. Çünkü hangisi elenirse elensin ben bu sefer mutsuz tarafta olacaktım, “Peki ya diğer takım?” diyerek...


Teknoloji sağolsun öyle bir noktaya geldi ki, TV ekranlarında aynı anda bir futbolcunun attığı golden sonraki gol sevincini an be an izlerken, diğer yandan kalecinin top elinden kaçtığı anda yüz ifadesindeki değişikliği, bir takımın seyircilerinin sevinçle kucaklaşırken, diğer takımın taraftarlarının yıkılmış bir şekilde yüzlerini avuçlarına gömüp hareketsiz kaldığı görüntüleri rahat koltuklarımızda izleyebiliyoruz. Doğal olarak ben herhangi bir spor müsabakasında tuttuğum taraf bir skor kaydettiyse bile, anında diğer tarafla empati kurarak sevincimi kursağımda bırakıyorum. Ki böyle hem tarafsız hem de iki taraf da kazansa ne olur sanki gibi hissettiğim durumlarda sırf bu yüzden maç hiç bitmesin istiyorum. En nihayetinde spor bu ne olacak, tabi ki birisi kazanacak birisi kaybedecek... De diyemiyorum, böyle kilitlenip kalıyorum ekrana...

Niye izliyorum o zaman? Oyunun kendi atmosferini, heyecanını, sonuca giden yoldaki çabaları, oyuncuların bana garip gelen ama aslında çok da normal olan kazanma hırsları için ortaya koydukları mücadeleyi izlemeyi seviyorum sanırım. Bir de sevdiğim ve az çok anladığım sporlarda kişisel hırstan daha önce olan ve onları bu noktalara getiren müthiş yeteneklerine hayran kalıyorum. Ve de bu yeteneklerini ortaya çıkarabilmelerine, yaptıkları “ayak” (bugün olduğu gibi bazen el!) oyunlarıyla milyonları peşlerinden sürüklemelerine...

Bugünkü maçın sonunda teoride kaybeden taraftaydım – en azından son 30 dakika gönlüm biraz daha Gana’ya kaydı – sonuçta farketmeyecek, yarın sabah uyandığımda ben bu maçı çoktan unutmuş, bir sonraki maçlara, bir sonraki Dünya Kupaları’na bakıyor olacağım. Asamoah Gyan hayatı boyunca unutmayacak, Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltı vuruşunu 16 yıldır unutmadığı gibi... Ama her ikisini de biz daima hatırlayacağız. Onlar bu oyunları ezberde bırakanlar, benim için hatırlanmaya değer kılanlar. Yürümeye devam edenler... “Diğer” takımdakiler...

9 Mart 2010

Ve Kazanan...!


82. Oscar Ödül Töreni ile birlikte bir ödül sezonunun daha sonuna gelmiş olduk. Krizin etkisiyle mi bilmem sönük geçen 2009 film sezonunun kapanışı da tüm çabalara rağmen parlatılamayan bir Oscar gecesi ile gerçekleşmiş oldu böylelikle.

Geçtiğimiz yıl Hugh Jackman’ın müzikal performansından etkilenen Akademi, kendisini bu yılki tören için ikna edemeyince en azından ‘çakma’ bir Hugh Jackman açılışı yapalım diyerek Neil Patrick Harris’i benzer bir şovla sahneye çıkartıp ağzımıza bir parmak bal çaldı.

Renkli bir gece geçireceğimizin umudu ilk ödülün En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ya verilmesi ve yıllar sonra jargonun yeniden ‘Oscar’ın birine gitmesi’ değil de birilerinin ‘Oscar’ı kazanması’ olarak değiştirilmesi ile artmaya başladı. Oscar’a aday olduğu için kazanmış sayılır, önemli olan aday olmaktır, kazanmak değil felsefesinin de sona erdiğini görmüş olduk böylece. Penelope Cruz ‘kazanan’ Cristoph Waltz’ı açıkladıktan, Up en iyi animasyon seçildikten ve ardından T-Bone Burnett’ın The Weary Kind şarkısı Oscar’ı aldıktan sonra en azından ödüllerde fazla bir sürpriz olmayacağı hissimi pekiştirmek üzereydim ki... Sürprizsiz gece beklentisi En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını The Hurt Locker’ın almasıyla yerle bir olmuş oldu! Quentin Tarantino’nun hayal kırıklığıyla hemen akabinde kulise koşarak birkaç shot tekila devirdiğini de EW tweet’leri sayesinde öğrendim bu arada! Waltz’ın da şarabını ‘en kötü günümüz böyle olsun’ havalarıyla Tarantino ile tokuşturduğu bilgisi de buradan geldi, ‘senin için hava hoş’ demiştir tabi Tarantino...

Gecenin bir diğer şaşırtmacası yine senaryo dalında geldi, tüm eleştirmenlerin tek geçtiği Up in the Air de Inglorius Basterds gibi diğer senaryo ödülünü tahmin edilmedik şekilde Precious’a kaptırarak benim gibi bu filmin sevenlerini biraz buruk bıraktı. Kuaförünü değiştirmekle büyük hata yapan George Clooney de bu noktada cep konyağından biraz yudumlanmak için arkaya geçti (ya da geçmiş olabilir, içkisiyle geldiğini duydum herhalde bu ana saklamıştır)!


Gecenin ilerleyen saatlerinde The Hurt Locker ödül yarışında öne geçtikçe James Cameron ve ekibi dağılmaya başladı, bir noktada üçe üç beraberliğe ulaşmalarıyla yüzleri güler gibi oldu ama En İyi Kurgu Oscar’ını da The Hurt Locker kapınca yeniden koltuklarına gömülüverdiler...

Dört oyuncu ödülü de beklendiği gibi sonuçlandı. Jeff Bridges sonunda hakettiği Oscar’a kavuşmasına çok az bir süre kala Michelle Pfeiffer’ın sözleriyle bizlerle birlikte gözlerinin dolmasına engel olamadı. Sanırım o sırada metod oyunculuğu taktiklerini düşünerek komik anılarını kafasında canlandırdı, gözyaşlarını geri itti ve bu seneki ağlayan erkekler kervanına katılmamayı başardı! “The Dude”ı salondaki seyircilerle birlikte biz de ayakta alkışladık.


Sandra Bullock Hollywood ‘sweetheart’ı kontenjanından aldığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü sonrasında yaptığı dokunaklı konuşması ile bir kısmımızın kalplerini fethederken, bir kısmımızı sinir etti:)


Kathryn Bigelow’un En İyi Yönetmen Oscar'ını alacak ilk kadın yönetmen olmasına çok yakın bir süre kala heyecanımız doruğa çıktı. Bu dalda bir şaşırtmaca beklemeyen Akademi de bu ödülü Barbra Streisand’a verdirerek olabilecek en iyi seçimi yapmış olduğunu gösterdi. Barbra “Well the time has come,” dediğinde salondakilerle birlikte derin bir “Oh!” çektik ve bir yandan ayağa kalkarken diğer yandan klavyelerimize sarılıp "Kathyrn!" diye bağırdık! Dünya Kadınlar Günü’nde harika bir hediye oldu diye düşünmeden edemedik:)


Popdater’dan En İyi Kurgu’yu alanın En İyi Film’i de aldığını kurgu ödülü sırasında duyduğumdan The Hurt Locker’ın Oscar’ı almasının kaçınılmaz son olduğunu farkettim. Bu nedenle gecenin sonu benim için beklenen şekilde ‘bu Hurt Locker’da da ne buldular anlamadım’ diyerek sona erdi.


Geceden Kısa Notlar:

  • En güzel kıyafet Hollywood’un en iyi giyinen kadını Sarah Jessica Parker’a aitti yine. Ancak, Chanel elbisesini ertesi gün geri verecek olmasından dolayı o kadar üzgündü ki bu anın tadını çıkaramadı!
  • Monique’in bacaklarını göremedik, bu sefer Altın Küreler’deki hataya düşmedi neyse ki...
  • Jake ve Maggie Gyllenhall kardeşlerin güzelliği karşısında söyleyecek söz bulamadım, uzun yıllar sahalarda görmek istiyoruz kendilerini! 
  • Meryl Streep beyazlar içinde yarı tanrı edasıyla yanından geçen tüm kazananlara şefkatli gülücükler dağıtarak bir kez daha gönlümüzde taht kurdu! 
  • Görkemli açılışın devamı gelmedi ne yazık ki, özgün şarkılar bile diğer ödüllerde olduğu gibi montaj eşliğinde banttan yayınlandı... 
  • Alec Baldwin - Steve Martin ikilisi yeterince komik olamadılar, esprilerinin çoğuna ayıp olmasın diye güldük... 
  • John Hughes tribute’u bizi 80’li yıllara ve ilk gençliğimize götürdü, hoş bir nostalji yaşatırken The Breakfast Club oyuncularıyla yıllar sonra yeniden karşılaşmamızla aynı zamanda ne kadar yaşlandığımızı fark ettirdi! 
  • İçim burkularak izlediğim kaybettiklerimiz arasında Farah Fawcett’a yer verilmemesine üzüldüm... 
  • Korku filmleri montajı için çok uğraşmışlardı, bütün klasik korku filmelerinden sinir bozucu sahneler vardı ama neden yapıldığını ben anlamadım, gecenin bir yarısı sinirimin bozulması dışında bana pek bir katkısı olmadı! 
  • Bu sene üç kişiye (Lauren Bacall, Roger Corman ve Gordon Willis) verilen Onur Ödülü biraz geçiştirildi gibi sanki, sahneye filan çıkartmadılar hiçbirini... 
  • Tom Hanks’in ‘Akademi Valisi’ :) olduğunu öğrendim loonybinsblog sayesinde ama yine de En İyi Film Oscar’ını onun vermiş olmasından pek hazetmedim. 
  • Gecenin sonunda 2008 filmlerinin 2009’dakilerden çok daha iyi olduğu yönündeki düşüncem değişmedi!
Dip Not: Geceye twitter’dan canlı yorumlarıyla katkıda bulunan ve gecemi şenlendiren popdater, allegrande, petite1ze ve loonybinsblog’a teşekkürü bir borç bilirim:)

21 Şubat 2010

Oscar'a Bir İki...


Oscar'lara az bir süre kala, yine tahminler, bahisler havada uçuşmaya başladı. James Cameron işin içine girdi mi heyecan da azalıyor tabi. Bir yandan büyük bir gişe filmi yapayım ama bu film sadece heyecanlı bir aksiyon ve görsel efekt fenomeni olmasın, aynı zamanda işin içine öyle lezzetler katayım ki, salt sinemaseverlerin (!) de ağzına bir parmak bal çalayım, filmimi tam bir sinema şölenine çevireyimin ustası bu sene diğer sinemacılara pek de bir şans tanımıyor sanırım. Neyse ki kendisi 10 yılda bir filan yapıyor yapacağını da diğer sinemacıları ödüllerden yoksun bırakmıyor! Bu seneki en büyük rakibinin eski karısı olmasına da Uzakdoğu felsefinde ‘karma’ diyoruz sanırım.

Benim bu sene en çok tat aldığım film ise ‘Up in the Air’. Jason Reitman’ı Juno’dan tanıyorsanız ve filmin sizde hemen Juno benzeri bir etki yaratacağını bekliyorsanız biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz belki. Ancak bana kalırsa bu filmin özelliği hemen film bittiğinde değil, biraz üzerinde düşünüp etkisini hissetmeye başlayınca kıymetini bilmenizde ortaya çıkıyor. Bir kere konu son derece orijinal, oyuncuların her biri sonuna kadar rollerinin hakkını veriyor, en güzeli de benim gibi George Clooney’ye, daha doğrusu daha önceki rollerine benim gibi biraz mesafeli yaklaşan izleyeciye belki de ilk defa kendisini sevdiren ve kendisiyle özdeşleştirebilen bir oyun sunma fırsatı veriyor. En iyi erkek oyuncu Oscar’ını büyük ihtimalle Jeff Bridges alacak gibi görünse de sırf bu hissettirdiklerinden ötürü gönlümün Oscar’ı George Clooney’ye gidiyor! Up in the Air’ın en iyi uyarlama senaryo ödülü alması ise benim tek tesellim olur...


İçim bir türlü elvermediği için bir türlü seyredemeğim Precious ile en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü Mo'Nique’in ve “Tarantino’nun son filmi koparıyo, zaten adam ne yapsa süperdir abi!” tarzı 20’li yaşlar yaklaşımının önyargısına rağmen çok severek izlediğim ve sinemada her şey mümkündür; Hitler’i öldürmek bile, diyen Inglorious Basterds’ın daha önce adını duymamış olduğum (benim ayıbım) müthiş oyuncusu Cristoph Waltz’un Oscar’ları kucaklayacağı da kesin gibi görünüyor.
Kadın oyuncular arasında müthiş çekişme halen devam ediyor. Bana kalırsa hiç uğraşmasınlar Oscar’ı her sene Meryl Streep’e versinler, bütün filmlerde de zaten o oynasın, diğerleri niye o kadar çabalıyor ki? Desem de içten içe o zaman işin heyecanı nerde kalıyor! Bu sene Sandra Bullock da Blind Side’daki performansıyla biraz 2000 yılındaki Erin Brokovich uyarlamasıyla Julia Roberts’ı andırıyor ve Oscar’a Meryl Streep kadar yakın görünüyor. Hollywood’a yıllarca (20 küsür yıldır) şirin, tatlı, güzel ama pek de değer görmeyen romantik komedi oyuncusu kontenjanından emek vermiş Sandra Bullock’u Akademi’deki arkadaşları bu rolüyle taçlandırabilir. Bir de bu sene çok uğraştı hakkaten, üç filminde de başarılıydı filan da diyebilirler... Bilmiyorum, sanırım en merakla beklediğim ödül bu olacak.
Bir de The Hurt Locker iyi bir film, Irak Savaşı’ndaki bomba imha timlerinin psikolojisini, neler hissettiklerini etkileyici bir hikayeyle anlatmış, çekimler olabildiğince gerçekçi bir şekilde izleyiciye anı yansıtmış, değişik bir bakış açısı, ama bütün bunların birleşimi sonucunda nedense bende benzerlerinden (II.Dünya Savaşı’ndan günümüze yaşanan tüm savaşlardaki asker psikolojisini anlatan filmlerden) farklı bir his uyandırmadı. Sırf bu nedenle bile gerçekten eski karı-kocanın 82.Oscar Ödülleri’ndeki rekabeti bende merak uyandırıyor! Tabi bir de Alec Baldwin ve Steve Martin performansı var, Hugh Jackman'ın yerini doldurabilecekler mi? Obejktif olamasam da bana göre çok zor!


Genel olarak 2009 Oscar adayı filmleri bir 2008 filmleri gibi tatmin etmedi beni. 2009 yılının bu uğursuzluğundan mıdır nedir filmler de bir sönük gibi geldi bana sanki. Nerede o geçen senenin Kate Winslet’lı Revolutionary Road’u, Reader’ı (bi Kate Winslet vardı ona nooldu hakkaten? Nadasa bıraktı kendini herhalde...), bir Harvey Milk’i bir Slumdog Millionaire’ı?! Avatar’ı klasman dışı bırakıyorum hadi neyse, hiç bir şey olmamış da değil. Bir de bağımsız filmlerimiz var tabi. !f daha Ankara’ya haftaya geliyor yorum yapamıyorum o konuda:)

Genişiz, her şeye açığız, katı yargılarımız yoktur, onları da görelim, ondan sonra bir daha bakalım 2008 mi güzelmiş 2009 mu?

21 Haziran 2009

Bir Yaz Günü Rüyası


Yaz geldi, geliyor, hava soğudu ısındı, yağmur yağdı, aman yine soğudu derken, karşı konulamaz bir şekilde içine aldı bizi yaz sıcakları. Yazları severim, hele hafif esintili yaz akşamlarına bayılırım. Akşamüstü balkona çıkıp, bir elime soğuk soda ve buzlu beyaz şarabım, diğerine bir kitap - ya da kucağıma en son oyuncağım - bilgisayarımı - alıp bir yandan müzik dinlerken bir yandan da kendimi dinlemeye başladım mı değmeyin keyfime :)

Bu aralar bir şekilde kendimi uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla eski mekanlarda eski şarkıcıları (ama pek yeni şarkılarını) dinlerken, anıları paylaşırken, kısacası pek bir nostalji yaşarken buluyorum. Sonra anılara dalıp gidiyorum, eski filmleri, dizileri filan tekrar seyredeyim diyorum... Evet, arada bir nostalji yaşamak güzel, arkadaşlarımla yeniden bir araya gelmem, sevdiğim insanları yeni halleriyle ama aslında hiç de değişmemiş, böyle bir huzurlu-mutlu görmem... Hadi filmler diziler de bir yere kadar da, ben en son kendimi youtube'da yıllar öncesine ait bir Wimbledon final maçının görüntülerini ararken buldum! Ne yapayım, ben de sonra o final maçının hikayesini paylaşmaya karar verdim...

Yazların bana göre en güzel aktivitelerinden birisi de çeşit çeşit spor karşılaşmalarını, daha doğrusu, şampiyonaları, kupaları falan beklemek, izlemek. Sonra konserleri takip etmek, gidemesem bile gidebilme ihtimalimi sevmek:) Kışları Altın Küreler, Emmy'ler, Oscar'lar; ilkbaharda film festivalleri varsa, yazın da Dünya, Avrupa Kupaları, atletizm, tenis şampiyonaları, 4 yılda bir de olsa Olimpiyatlar var! Çift seneler bu anlamda daha keyifli tabi, olsun her zaman itinayla takip edecek bir olay bulunur! Mesela yarın Wimbledon Tenis Şampiyonası başlıyor! 

Tenis topu ve raketiyle şahsi ilişkim el kol göz beyin koordinasyonumun zayıflığından mıdır nedir, oldukça kısıtlı olsa da, kendimi bildim bileli Grand Slam Turnuvaları'na karşı özel bir zaafım olmuştur. Nasıl Oscar Törenleri'nde kırmızı halıda kim ne giyecek, kim kiminle gelecek, hangi ünlü hangi ödülü verecek, şovlar nasıl olacak tartışmaları ödülün kime gittiği kadar önemliyse, tenis karşılaşmalarında da maçın ötesinde arka planda yaşananlar ilgimi çekmiştir hep. Annelerin, babaların, sevgililerin, eşlerin hırslarının nasıl sporcununkinin önüne geçtiğini, ünlü markaların sponsorluklar için birbiriyle kıyasıyla yarışmalarını, moda gösterisini aratmayan kıyafet şovlarını hayret ve zevk içinde izlerim. Tenis oyuncularının kulislerde yaşadığı aşkın meşkin dedikoduları da işin tuzu biberi zaten... Evet, kısacası heyecanla bekliyorum Wimbledon'ın başlamasını... 
Ama bunu söylerken belirtmeliyim ki, bundan sonra herhangi bir tenis maçından bundan tam da 8 sene önce yaşadığım heyecanı ve tatmini yaşayacağımı da pek zannetmiyorum. Evet, çünkü tarihi bir final maçıydı, evet dünya spor otoritelerinin gelmiş geçmiş en muhteşem spor karşılaşmaları arasında gösterdiği bir maç oldu ve de evet çünkü o gün ben de oradaydım!


Doğruya doğru inanılmaz bir maçtı ve benim ve benim gibi binlerce izleyicinin de orada bulunması tamamen bir tesadüften ibaretti. Dünya sıralamasında o dönemde sakatlıkları, sorunları falan gibi nedenlerle 125. sırada olan ve turnuvaya "wild card" denen kontenjanla katılan Hırvat tenisçi Goran Ivanisevic şansın -ve kaderin mi desem- da yardımıyla finale kalmıştı (ki kendisini zirve yaptığı 90'larda da büyük bir zevkle izlerdim, haşarı, afacan, serseri bir çocuk gibiydi, standart tenis oyuncusuna benzemez, deli dolu hareketlerle ortalığı birbirine katar ama kendine has stiliyle birçok kişiyi de hayran bırakırdı oynadığı oyuna, saatte 200 km üzerinde hızla servis atar sonra sağa sola oraya buraya vururdu topu-raketi-kendini, batırırdı oyununu-olsun ben bayılırdım ona!). Karşısında ise yine bir başka sevdiğim (oyunundan mı, "cool"luğundan mı, alçak gönüllü, iyi huylu olmasından mı, yoksa o topu havaya attıktan sonra elinin havada asılı kalırken duruşunun aldığı yunan tanrısı benzeri görüntüden mi ne bilemiyorum!) Avusturalyalı Pat Rafter vardı. Onun da o sene profesyonel tenis hayatını bırakacağını açıklaması son derece duygu yüklü bir karşılaşma olacağının habercisiydi zaten! Ama o sene olanlar bununla da bitmedi. Geleneksel olarak her sene Haziran ayının sonlarında Temmuz ayı başlarında bir Pazar günü gerçekleşen Wimbledon Tek Erkekler Finali, 2001 yılında o dönemde yağan yoğun yağmurun etkisiyle maçların ertelenmesiyle, tarihinde ilk kez bir Pazartesi gününe kaydı. Öyle olunca kocaman gösterişli şapkalı kokoş leydiler ve smokinli purolu ağır abi lordların yerini bildiğin sokaktaki sade vatandaş aldı.

Okul bitmiş, tez yazıyoruz, bir arkadaşımın gazıyla bizim oradan trenle 45 dakika mesafedeki Wimbledon yolunu tuttuk biz de. Hava güzel, iş yok güç yok, amacımız oralarda çimlerin üzerinde yayılmak, çileklerimizi alıp stadın dışındaki dev ekranlar karşısında öyle boşça ve hoşça vakit geçirmek (ve de tabi ömrü hayatımızda bir Wimbledon ortamı görmüş olmak!). Kampüsümsü Wimbledon Tenis Kortlarına girerken kapıda bilet kesiliyor, çimlerde oturmak bile paralı yani, olsun geldik o kadar gireceğiz tabi. Uzun bir kuyruktan sonra gişedeki adam sordu bize, "Stat mı stat dışı mı?". Final biletlerinin karaborsada bin-iki bin pound'a kadar çıktığını duymuşuz, şaşırdık böyle bir soruyla karşılaşınca, meraktan sorduk "Stat ne kadar?" diye. 40 pound'ı duymamızla kendimizi "Centre Court"ta bulmamız arasında geçen süreyi hatırlamıyorum. Sanırım o sırada rüya gördüğümü düşünmüş olmalıyım! Yıllar boyu TRT ekranlarından ağzım sulanarak seyrettiğim o yeşilin üzerindeki beyaz kıyafetli insanlarıyla, top toplayıcısından o merdivenli sandalyede oturan hakemine, skor tabelasında sarı noktalarla yazılan isim ve sayılarıyla, sporcuların oturduğu sıralarıyla ve de tabi ki görkemli tribün ve seyircileriyle, o seyircilerin bir parçası olarak bir Wimbledon Merkez Saha maçındaydım ben! Tek farkı ise bir futbol maçını aratmayacak taşkınlıktaki, ellerindeki Hırvat ve Avusturalya bayraklarını sallayan, tarihinde ilk defa olayı bir milli mücadeleye (!) çeviren seyircilerdi sanıyorum. Normal şartlarda sakin sakin, asil bir şekilde oturup skorlarda sporcuları formaliteden alkışlayan seyircilere alışmış yetkililer bile ne yapacağını şaşırmıştı. Evet itiraf ediyorum, maç boyunca ben de kendimi Hırvat seyircilerle bağırıp çağırırken buldum, tanrısal (!) servislerinde Rafter'ı alkışlamayı ihmal etmedim ve yaklaşık 3 saat süren ve başından sonuna başa baş dişe diş geçen maçın sonunda gülen tarafta olmanın garip gururunu yaşadım!

Maç bitip de Ivanisevic gözyaşları içinde kendini yere attığında ben de sarhoş gibiydim. O gün sadece mutlu ve şaşkındım. Ancak yıllar sonra dönüp baktığımda o günü yaşamış olmamın ne kadar büyük bir mucize olduğunu görebiliyorum. Ve bunun bir adım ötesi ılık bir kış günü Kodak Theatre'a kırmızı halıda teşrif etmek olabilir, neden olmasın diyorum..:)